Yönetmen Ceyda Torun, İstanbul’u tur defterlerinden ve gazete manşetlerinden farklı bir şekilde göstermek istiyordu. İki buçuk yıl önce Türkiye’ye gelip çalışmaya başladı. Ortaya ‘Kedi’ belgeseli çıktı.
Hürriyet'ten İpek İzci röportajı...
Binlerce yıldır aramızdalar... İmparatorlukların yükseliş ve çöküşlerine, kentin küçülüp büyümesine tanık olmuşlar... Ama hâlâ pati atıp, kafalarına göre takılmaya devam ediyorlar. Onlar, İstanbul’un kedileri... Yönetmen Ceyda Torun’la, İstanbul’u kedilerle anlattığı, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterilecek belgeseli ‘Kedi’yi konuştuk.
Hayata kedi olarak gelmek ister miydiniz?
-Kesinlikle isterdim. Fiziksel olarak bambaşka bir yetenekteler, süperkahraman gibi... Kendilerini oldukları gibi kabul ettirmiş olmaları da güzel. Düşünsenize, bir kediden başka türlü davranmasını hiçbirimiz beklemiyoruz ve onu öyle kabul ediyoruz. Gerekirse tırnak da atıyor ya da saatlerce mırıldanıyor.
Neden kedi belgeseli çektiniz?
-Çocukluğumda Boncuk diye bir kedim vardı. Altı sene içinde 23 çocuğu oldu, hepsine baktım. Kedinin sizi seçme tarafı var, bir bireysellik var. Sizinle vakit geçirirse sizinle vakit geçirmek istediği içindir. Bir odada on kişisinizdir, kedi gelir bir kişiye gider. Hayatlarının içine alıyorlar gibi geliyor. Herhalde o yüzden kedi.
Bizim kedilerden farkı var mı?
-İstanbul’da kedi dünyada örneği olmayan bir şey. Avrupa’da, Amerika’da, yok. Japonya ve Tayvan’da kedilere adanmış iki ada var ama orada da bizimki gibi bir ilişki kurulmuş değil. Yani dünyanın başka yerlerinde kediler ya önemsenmiyor ya da sistematik bir şekilde ortadan kaldırılıyor. Yurtdışındaki metropollerde yaşayan kedilerin bir sürü insanla ilişki kurma ortamı, olanağı yok. Ama İstanbul’da kediler, sanki sizi senelerdir tanıyormuş gibi tavır alıyor.
Burada şehrin yerlisi mi kediler?
-Aynen. Hatta şehri bizden daha iyi tanıyorlar. Bizim giremediğimiz yerlere girip çıkıyor, şehri göremediğimiz açılardan görüyorlar. En son ne zaman yerden 30 santim yukarıdan bu şehri gördünüz?
Filmde bir çatıdan, ta karşı çatıdaki kediyi görüntülemişsiniz. O nasıl denk geldi?
-Her sabah 06.00’da Galata’da çatılara çıktık ve gece 12’lere kadar bekledik. Biz bir yere yemeğe oturduğumuz zaman kedi geliyordu, hemen onu çektik. Sahilden başladık; Kumkapı, Samatya, Galata, Karaköy, Beyoğlu, Cihangir, Beşiktaş, Nişantaşı... Türkiye’ye gelmeden önce üç ay boyunca 35 mekân ve 35 kedi araştırmıştık.
Kente bir kedinin gözünden bakmayı öğrendiniz mi peki?
-Bir derece. Çünkü onların gidebildiği ama benim gidemediğim çok yer oldu. İstanbul’un gerçek gizemini onların bizden çok daha iyi anladığına eminim.
İstanbul’da kedi olmak neye benziyor sizce?
-Hindistan’da inek olmak gibi. Tabii ki o kadar tapıldıklarını düşünmüyorum ama İstanbul’da kedi olmak İstanbul’u yaşanması gerektiği gibi yaşamak demek. Sahilde saatlerce kayığı seyrediyorlar. Tam bir keyif.
Bir sokak kedisinde nasıl bir karakter gözlemlediniz?
-Hepsi birbirinden farklı. İnsanlarda ne kadar fark varsa onlarda da o kadar fark var. Karaköy’deki Bengü kadar sevecen bir kedi görmedim. Hayvan mırlamaktan başka bir şey yapmıyor. Bir yandan da kıskanç ama küsse de küsmeyi uzun tutmuyor. Samatya’daki Psikopat, gerçekten psikopat bir kedi. Yumuşak seversen saldırıyor. Eşine “İlk önce ben yiyeceğim, sonra sen ye” diyor ve yedirmiyor. Galata’daki Sarı derseniz başta çok arsız sandım çünkü her yerden mama almaya çalışıyordu. Sonra bir baktık, o mamaları hep aldı yavrularına götürdü.
CEYDA TORUN KİMDİR?
Üvey babam UNICEF’te bölge direktörüydü, küçükken Ürdün’e gittik, Körfez Savaşı çıkınca geri döndük. Bir sene sonra da Amerika’ya gittik. Antropoloji okudum. İstanbul’a döndüm, bir reklam ajansında Reha Erdem’in yönetmen yardımcısı olarak çalıştım. Sonra Londra’ya gittim, düşük bütçeli projelerde yönetmenlik ve prodüktörlük yaptım. Sonra uzun metraj filmlerde yapımcı olarak çalıştım. ‘Kedi’, ilk belgeselim.
BELGESELDEN...
NANKÖRLÜK DEĞİL DELİKANLILIK
“Bir sürü kedi büyüttüm. Yaşlanıp eceliyle ölen de oldu, arabanın altında kalanlar da... Sevdiğin şey zamanla gidebilir, bunu öğrendim. Bir metanet duygusu edindim. O nankörlük çok delikanlı bir hareket. Teşekkür etmek zorunda değil yani. Kediden onu bekleyen insanlar var demek ki... Cihangir’in altı Tophane. Osmanlı zamanında burası büyük bir limanmış. Her yerden gelip yük bindirirlermiş. Gemiciler de gemideki ambar farelerine karşı gemide kedi bulundururmuş. İşte o yük alışverişinde o kediler, karaya geldik diye inip Cihangir sırtlarına doğru tırmanıp daha sonra gemiyi kaçırarak Cihangir’de yaşamaya başlamış. O yüzden Cihangir’de çok tür kedi varmış. Osmanlı’nın ilk kanalizasyon şebekesi de Cihangir’e kurulmuş. Çok büyük fareler o kanalizasyondan evleri basıyormuş. Cihangir’deki evlerde o kanalizasyondan gelen iri farelere karşı mutlaka kedi olurmuş.” (Bülent Üstün/ ‘Kötü Kedi Şerafettin’in çizeri)
ÖTEKİ TARAFTA BULACAĞIM
“Bu (kedi) benim ilk çocuğum. İlk çocuğum olduğu için de özeldi, ayrı ama karakteri de çok özeldi. Göğüs kanserinden öldü. Benzerini bulmak için çok zorlandım, aradım bir dönem ama bunun boşuna bir arayış olduğunu düşünüyorum şimdi. Eğer öte dünya varsa bununla karşılaşmak isterim, babaannemle filan değil.” (Gülsüm Ağaoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder