15 Aralık 2014 Pazartesi

Rüzgâr Gibi Geçti, Amerika’nın en tuhaf filmi mi?

Rüzgâr Gibi Geçti, Amerika’da tüm zamanların en sevilen filmi. 75. yılında filmi yeniden izleyen Nicholas Barber şaşkınlığını anlatıyor.

Rüzgâr Gibi Geçti, Amerika’da tüm zamanların en sevilen filmi. 75 yıl önce gösterime giren film, 2008 ve 2011 yıllarında yapılan anketlerde hâlâ en sevilen filmeler listesinde ilk sırada çıkıyor. Ayrıca ticari olarak da en başarılı film olarak görülüyor.

Vivien Leigh ile Clark Gable’ın başrollerini paylaştığı filme dair istatistikler böylesine etkileyici. Fakat bugün yeniden seyrettiğimizde filmin aslında ne kadar tuhaf olduğunu görüyoruz.

Film yalancı, işbirlikçi, para için her şeyi yapan bir karakteri hayranlıkla anlatıyor. Amerika’daki köleci Güney açısından bir methiye, kölecilik karşıtı Kuzey içinse zehirli mürekkeple yazılmış bir mektup gibi. Hem komedi hem trajedi unsurları içeren filmde, anlatılan aşk hikâyesinde kahramanlar da hep çatışma halinde sanki. Yaklaşık dört saat uzunluğundaki filmde sorgulanacak çok şey varken, bu filmin nasıl olup da Amerika’da en çok nefret edilen film değil de en sevilen film olduğunu merak ediyor insan.

Filme yönetmen dayanmadı

Film en başından beri sorunlu başlamıştı. Margaret Mitchell’in 1037 sayfa uzunluğundaki romanından uyarlanan senaryo birçok yazar tarafından tekrar tekrar yazıldı. Yapımcı David O Selznik’in düzeltmeleri çekimler sırasında bile devam etti. Başrol oyuncusuna karar vermek için çok sayıda aktris denendi. Filmin ilk yönetmeni George Cukor üç hafta sonra yerini Victor Fleming’e bırakmış, Fleming ise iki hafta sonra sinir krizi geçirerek film setini terk etmişti. Dedikodu sütunlarında film ‘Selznick’in çılgınlığı’ olarak niteleniyordu artık.

Ama bütün bunlar tersine dönecekti. Film gösterime girer girmez ticari olarak büyük başarı gösterecek ve 10 Oscar alacaktı. Rüzgar Gibi Geçti tarihsel bir film olmaktan ziyade romantik komedi olarak başlıyor. İç Savaş öncesi dönemde (kölelik yanlısı) Güney, “güzellik ve incelikten yana bir yer” olarak yansıtılıyor.

Hızlı akış

Dört saatlik filmin bir sonraki sürprizi ise İç Savaş başladıktan sonra da filmin hızını koruması. Filmin baş kadın kahramanı Scarlett’in ilk kocasının ölüm haberi sanki şaka gibi yansıtılıyor. Film öylesine hızlı ki tek tek dramatik olayları takip etmek oldukça zor. Scarlett film boyunca üç evlilik geçirmesine rağmen bunlara neredeyse hiç tanık olamıyorsunuz.

Filmin birinci saatinden sonra Scarlett, İç Savaş’a dahil oluyor ve üslup giderek ciddileşiyor. Yüzeysel romantik saçmalıkların ardından Scarlett’i savaşta hemşirelik yaparken görmek seyirci açısından şaşırtıcı olabiliyor. Kahramanımız ayrıca oldukça modern ve gelenek dışı bir karakter.

Irk sorunu

Filmin siyah karakterlere yaklaşımını ise ayrıca ele almak gerekir. Mitchell’in romanı ilk basıldığında tartışma yaratmıştı. Selznik, ırk sorununa hassas yaklaşılmadığını düşündüğü bölümleri atmaya çalıştı. Fakat filmde hâlâ Scarlett’in babasının şu sözlerini duymak acı veriyor: “Alt sınıflara, özellikle karalara karşı sert olmalısın.”

Buna rağmen siyah karakter Mammy’yi canlandıran Hattie McDaniel Oscar alan ilk siyah Amerikalı oldu. Fakat filmdeki diğer iki siyah karakter öylesine alçaltıcı bir tarzda ele alınmıştı ki siyah hakları savunucusu Malcolm X bunu görünce çok rahatsız olduğunu dile getirmişti.

Filmin sorunlu olan bir başka yanı ise son bölümde İç Savaş’ın Güney’deki etkisinin anlatımından çıkıp, Scarlett’in servetini koruma çabalarının yanı sıra anlamsız bir aşk üçgeni içinde yer alması. Üstelik evli olduğu karizmatik karakter Rhett (Clark Gable) karşısında, Ashley gibi kararsız ve kendisini bir süre önce reddeden birine ilgi duyuyor.

Bu durum ise kendine özgü bu filmin en saçma yanlarından birini oluşturuyor. 75 yıl sonra bile filmi seyredince Scarlett karakteri, onun Rhett’le ilişkisi bizi şaşırtıyor. Ama Scarlet ile Ashley’i bir arada düşünme fikri izleyici için hiç de inandırıcı değil.

Bu makalenin İngilizce aslını BBC Culture’da okuyabilirsiniz. (BBCTürkçe)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder